top of page

Budapeşte’ye iki üç günlüğüne gelenlerin uğramayacağı bir kasabaya gidiyoruz.

Szentendre Budapeşte’den günü birlik kaçamak yapmak için ideal bir kasaba, nitekim toplu taşıma ile ulaşım oldukça hızlı ve hesaplı. H5 kodlu tren sizi yaklaşık 35 dakikada hedefinize ulaştıracak.


Budapeşte kartınız varsa 450 HUF’luk ek bir bilet almanız gerekiyor. Eğer köpek dostunuz yanınızda geliyorsa boyutuna göre ona da bilet almanız gerekiyor. Eğer kutuda seyahat ediyorsa bilete gerek yok, ama ayakta gidiyorsa ona da tam bir bilet almak gerekli.


Bu bileti tren içerisinde bulunan sarı cihazlardan manual olarak onaylamanız gerekiyor. Bileti yerine yerleştirdiğimde makina herhangi bir aksiyona geçmeyince şaşırdım. Duruma gülümseyen Macar bir teyze yardımıma yetişti, ve bilet sokma yerini aşağı ittirerek biletimi zımbaladı. Bu önemli bir aşama çünkü kontrole denk gelirseniz “aman efendim ben turistim, nerden bileyim” derseniz pek inanmazlar, cezayı yapıştırıverirler.



Tren tatil günü olmasına rağmen çok dolu değil, fakat büyük çoğunluk bizim gibi turist. Bu iyiye işaret mi bilemedim, özellikle turist olarak turistlerden kaçarak gezdiğimiz bir dönemde. Neyseki ne kuzen çocuğuna magnet alma, ne de komşuya anahtarlık getirme gibi bir sözüm yok. Bu da gezim esnasında Çin’de üretilen turistik objelere bakmama gerek olmayacağı anlamına geliyor. Yeri gelmişken söyleyeyim, benden beklentisi olmayan herkese sonsuz teşekkür ederim.


Gelelim bu kasabaya neden gitmek istediğimize. 17. yüzyılda Osmanlı’dan kaçan Sırpların yoğun olarak yaşadığı bir yer burası. Sırplar gelmeden yerleşimin olmadığı bu kasaba Danube’ye olan yakınlığı ve şarap üretimi ile önemli ticaret noktalarından birine evrilmiş. Barok mimarisi ile ünlü, kökeni Ortadoks olan kiliselere ev sahipliği yapıyor. Osmanlı Balkan’lardaki gücünü yitirince, Sırplar da ülkelerine geri dönmüş, meydan Macarlara kalmış. Şimdiyse turistlere…


Tren istasyonundan çıktıktan sonra kasabanın meydanına ulaşmak için 10 dakika kadar yürümek gerekiyor. Ufak bir köprüyü geçip yüzlerce turistin arasında yerimizi aldık. İlk farkettiğimiz köprünün altından akan cılız derenin etrafındaki sokak sanatçıları oldu, çoğunlukla ressamlardan oluşan bu kişiler tablolarını bu doğal ortamda sergiliyorlardı. Oldukça başarılı resimler olduğunu düşünerek yolumuza devam ettik.


Dar sokakları bu kasabaya bir Akdeniz havası katmıyor değil özellikle Budapeşte’nin dev meydanları ve geniş caddelerinden sonra bu hava değişikliği bize iyi geldi. Karşımıza öncelikle ünlü

“Marzipan house”adlı dükkan çıktı. Bademli tatlılar sizin damak tadınıza hitap ediyorsa atlamamanız gereken duraklardan biri. Macaristan’da badem şekerinin ünlenmesinde önemli rol alan Mátyás Szamos Szentendre’de dünyaya gelmiş. Szanos adlı pastane zincirini kurarak Macaristan’a badem ezmelerinin sevdirmiş. Şekerle aramız son zamanlarda pek iyi olmadığından biz buraya kısaca göz gezdirip çıktık. Turistlerin oluşturduğu sırayı görseniz, denemeyi siz de atlayabilirdiniz.

Ufak birkaç basamak çıktıktan sonra tepede beyaz bir kilise görüp oraya yöneldik. Turistlere açık olmayan bu kiliseden pek bir şey anlamamış olsak da, şehrin çatı manzarası kesinlikle görülmeye değer. Belgrad kilisesine, oradan da Danube nehrinin kenarına doğru yola koyulduk.

Kasaba ne kadar şirin gözükse de, pazar günü yaşanan turist yoğunluğu nedeniyle epey kalabalıktı. Belki de nehir kenarını bu yüzden daha çok sevmiştik. Özellikle ben elimden kamera ile sağa sola koşturup durdum. Macaristan’a ayak basalı çok olmadığından, çok güzel böceklere ev sahipliği yaptığını yeni yeni anlıyorum. Ayrıca yalnızca biz değil, Rio da nehir kenarından bol bol faydalandı. Tasmasından kurtulduktan sonra çıktığımız küçük yürüyüşte patikaları önden arşınlayıp bize yol gösterici oldu.


Rio’nun videosunu çekmeye çalışırken ayağım kaydı ve ısırgan otlarının içine düşüverdim. Kollarım ve bacaklarım aniden kızardı ve yanmaya başladı. Hemen aklıma iki çocukluk arkadaşımla yaptığımız doğa yürüyüşü geldi. Orada da beni ısırgan ısırmıştı, fakat canımın ne kadar acıdığını hala hatırlarım. 34 yaşındaki Kami’yse bu acıdan hiçbir şey anlamadı. Isırgan ise aynı ısırgan (muhtemelen).

Nehir kenarının diğer güzel yanı ise üzerinde kacsakö isminde küçük bir dükkanın hamburger ve patates servisi vermesi oldu. Hızlıca bir şeyler atıştırdıktan sonra soğuk bir şeyler içmek için kendimizi çok güzel bir kafeye attık.


Folt kavezo adındaki bu kafe nasıl olmuşsa turist kafilelerinden paçayı kurtarmış. Onlarca içecek çeşidi, güzeller güzeli köpeği ve tatlı bahçesiyle gezimizi en iyi şekilde sonlandırmamızı sağladı.

Gerisi bildiğiniz gibi, tren garına yürüyüş, trende yer kapmaca. Yanımıza oturan yaşlı amcanın alkolden kızaran burnu, masmavi gözleri ve bizimle bol miktarda Macarca konuşası vardı. Keşke konuşmasını anlayacak kadar macarcamız olsaydı, kim bilir ne hikayeler kaçırdık. Fakat o, sanki biz anlıyormuşuz gibi, anlattı da anlattı. Rio epey dikkatini çekmişti ki, yol boyu onu okşayıp durdu.


Ayrıca size Rio’nun alkole alerjisi olduğunu söylemiş miydim? Adamcağız ne zaman Rio’ya bakıp ‘hoh’ dese, bizimki hapşırıvedi. Önce içimizden - amca trenden indikten sonra da- dışımızdan köpeklerin insanlara ne kadar iyi geldiğini konuştuk. Yüzler gülüyor, 50 faktörlü bizi beyaza boyayan markası bilinmez güneş kremine inat yanmayı başardık ve keyifli bir günü daha geride bıraktık.

 
 
 

Comments


Zurich / Switzerland

  • Instagram

© 2025  | Kaan Mika | All rights reserved. 

bottom of page